17 Şubat 2013 Pazar

retardation. ölümü vesilesiyle T.Ö.


Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşunu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Her varoluş kendisiyle beraber ölümü getirmiyor mu.

Yaşamın, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu ararken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan birbaşınalığın çaresizliğini. Yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişigüzel bakarken. Hiçbir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken… Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, ……

Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü.

Yirmi yıl sonra aynı şarkılar çalıyor. Elli üç yıl öncesi çekilmiş bir film gösteriliyor. Yirmili yılların, ellili yılların giysileri vitrinleri dolduruyor. Açlık, savaş, geri kalmışlık ve inanılmaz felaketlerle ilgili haberleri kitleler, masal dinler gibi dinliyor. İşte böylesi bir yaşam önümüzden gelip gidiyor. Sen kendi duvarlarının gerisine çekiliyorsun. O, kendi duvarlarının gerisine çekiliyor. Bir başka kentte. Bir başka ülkede. Herkes bir başka kentte. Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. Karşısındakine bir şey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde.

Doyum içinde ayrılacağımı sandığım bu yaşamdan, zaman zaman algılıyorsun ki, hiç de doyumla ayrılamayacaksın. Hiç yaşanmamış gibi. Doymak mümkün mü.

Daha sanki hiçbir şey, yaşamın hiçbir olgusu, algılanan, duygularla tutulan güçle kavranmamış, yaşanmamış.
Niçin bugün, yaşamın, tüm yaşamın önünden geçip gittiğini, artık ölümü beklemekten başka bir şey olmadığını, her gün gibi, bir kez daha anıyorsun. Yaşam, zamansız. Yaşamın hiçbir zamanı yok. Çocukluk, kadınlık, erkeklik, yaşlılık, yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, doyum, doyumsuzluk, her şey iç içe. Akıl, delilik, varlık, boşluk iç içe. Kuzey Avrupa’nın beyaz geceleri gibi. Kararmayan havanın ardından, hemen gene, günün ağarması gibi.

Böylesi bir kişiyi ne kadar süre taşıyabileceksin. Hiç doyumsuz. Seni yoruyor. Karşılıklı yoruyorsunuz birbirinizi. Ben onu tüm kentlerde dolaştırdım. Gölcük’ün Bozdağlarından, mavi küçük gölünden, dağlar gerisinde kendisini kaybetmek isteyen sinirli ninesinin yanından aldım, yaşamın en derin gecelerine, en genç insanların sevgilerine, en erken sabahlarına getirdim. Gene de doyumsuz.
Ö.T.
d.

31 Ocak 2013 Perşembe

l'écume des jours, sky is more closer, i get sucked up into space

Çok fazla geçti zaman.

Çok hızlı ve çok yavaşça. Çok fazla.

Ve prenses sordu: Mutlu musun?

Mutsuzum ama keyfim yerinde. Keyifsiz olunca hiç çekilmiyor. Hiç yaşanamıyor. Çığ olup büyüyor her şey. Öyle ya da böyle. Böyle işte.

d.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Cries and Whispers

Mütemadiyen arzuladığım oraya varmakmış. Bir gün. Tekrardan.

Nihayetinde, bir geçmişin içine yavaşça düştüm.

Hazır kar yağmış; ifil ifil soğukta durup gökyüzüne, yeryüzüne ve türlü türlü şahsiyetime, ve henüz bitmemiş olduğuma baktım. Ve hala olduğuna. Şaşırdım, oluyor olmak şaşırtıyor beni, o şehrin yerli yerinde duruyor olması, şehrin her biçimi ve her biçim olmak ve olamamak. Büyükçe bir tokluk hissettim ve bir sigara yaktım. İçli içli içtim.

Yaşantı yaşlantı ve saplantı düzleminde senelerin ardından. Varmak, beni tüm bunların ardına, ötelere taşıyormuş, taşıdı da.

Bitmiş bir patika gibi gelirdi Nantes, meğersem bitmezmiş.

Bildiğim nehrin suyuyla köpüğüyle dalgasıyla çamuruyla, yaşamaya başlıyorum.

Ne de güzel geldim.
d.

2 Şubat 2012 Perşembe

geldi geleli, gitti gideli, hybrid.

"Geçmiş oldu artık.tüm cümleler.Ve sende de bende de aynı sıkıntı.Yaşın gereği belki de.Anlattığın son üç masal, bu tepenin kenarında geçmiş olan her şey içinde, usançsız hatırladığım tek şey.Ve senin dilinde konuştuğum zamanki halin.

Seni son kez bulmaya indim dağdan. Rüzgar ve deniz arasındaki sakinlikte çömelip oturduk.Usanmadan geçirdiğimiz günlerden konuşmadık. Ismarladığımız son iki birayla hayran olduğum sen ve hayran olduğum suskunluğumuzla, vedalaşma..
Ve kulağına fısıldadım aynı melodiyi, das war so schön in diesem halben Jahr."

Kendimden alıntı yaptım, ta 2009’dan.

Bu sefer, yine (,İstanbul sınırlarında,) anlatılan son üç masalla uyuyorum. Bu odada kalıyorum. Eşyalarımı topluyorum. Rüyaları masalları gerçek ö. yü kışı karı yaratıkları eşikleri düşünüyorum gündüzleri.

d.

20 Ocak 2012 Cuma

Rilke, günlük 05', dasein, by saying nothing, bakırköy, gerçek ö., i am going to be a neurophysiologist, pantezi.

"Sen bir afyon rüyasında dahi görülemeyecek kadar güzel bir rüyasın."

E.A. Poe

Rüyalarımı hatırlıyorum!!
(Gerçeğe dair çok az şey var.)

d.

2 Ağustos 2011 Salı

yo era ninya

Uykumdan uyandım, bir süre etrafa bakındım, çorbayı sevdim. Saat de sabahın beşi oldu, yaklaşık bir saattir ekrana bakıyorum ve aynı şarkıyı yirmi dokuzuncu kez dinledim. Aklımda iki tane temel cümle dönüyor: Birincisi, yaşlandıkça daha da insan olduğumu hissediyorum; ikincisi, la ville avait changé, la mort aussi. –Elbette yeni cümleler yazmayı ben de isterim, ama zaten şu anlarda bu iki cümlenin yorumunu/uygulamasını daha farklı bir çıkış noktasından yapıyorum kendimce, şöyle oluyormuş sanılanın aksine: okudukça yazdıkça yürüdükçe dinledikçe yaşadıkça daha da küçülüyor ama bir o kadar hızlanıyor içimizdeki çocuk söz öbeğindeki o iç çocuk—zaten onun büyümesi çelişkili olmaz mıydı? Hiç değişmeden kalsaydı ya da büyüyerek yavaşlasaydı, o zaman halimiz nice olurdu… Bu yüzden halen o içtekine tutunabiliyoruz, henüz.

Yorgunluk ve bezginlik birçok şeyi yavaşlattı. Sonra çorba masaya atladı. Sonra ben, zamanın birinde İstanbul’un en küçüksarıhızlı taksisinde takdim edilen deftere, çok daha güzel şeyler yazdım ve uyudum.
d.

19 Mart 2011 Cumartesi

geçsin..

Dünün emelleri dünkü ego için geçerliydi, bugünkü için değil. Hiç duraksamadan "erişme" adını verdiğimiz şeyin boşluğu bizi hayal kırıklığına uğratır. Ama nedir erişme? Öznenin kendi arzusunun nesnesiyle bir olması. Özne, oraya gelirken, ölmüştür – hem de belki birçok kez(!)(!). B öznesinin A öznesince seçilmiş bir nesnenin yavanlığı yüzünden hayal kırıklığına uğraması, başkasını yemek yerken gören kişinin kendi açlığını unutmasını beklemek kadar mantıksızdır. Hatta o pek seyrek örtüşme mucizelerinden biriyle, gerçeklerin takviminin duyguların takvimine koşut geliştiğini, öznenin arzu (bu illetin en kesin anlamıyla) nesnesine ulaştığını varsayalım; o zaman da uyuşma o kadar eksiksizdir ve erişmenin zaman-durumu özlemin zaman-durumunu o kadar kesin biçimde gideriyordur ki, gerçekleşen şey bir kaçınılmazlık görünümü alıyor ve bu durumda görünmez ve düşünülmez olanı bir gerçeklik olarak yeniden kurmaya dönük her türlü bilinçli zihinsel çaba da verimsizleştiği için, sevincimizi kederimizle karşılaştırarak değerlendirmemiz imkânsızlaşıyordur.
**Beckett

d.

21 Ocak 2011 Cuma

dudakların, dudaklarım, dudakların, dudaklarım

denemez ya, gerek yok.
denemez çünkü, denilememiştir.
sevi, demiştir sevgili Bilge K.
okumayan anlayamaz'dan ziyade'dir,,, ötesi,,,ahh...
Sevi!
Ah Sevi..
Ah Sevi..
bunları, daha küçükken, anlatmaya çalıştığımda,
anlamadıklarını söylerlerdi Bİlgeler'den, ya da benim yazdıklarımdan..
zararı yok. çünkü: ne diyeyim:
hazopulodur bazen.
hazopulo gibi mekanlar bu şehirde.
varsın yoksun.
aynı anda,
hem varsındır hem yoksundur;
ne varsındır ne yoksundur.
geçim derdi, ana-baba dediğimiz şey..
oyalanmacaların.
şekilleniş.
hazopulo gibi dönemler vardır. hem bak:
modern değildir hiçbir şey, eyvallah; korkma.
ne o çük dediğiniz şeyler,
ne o libido dediğiniz şeyler,
modernlikten kasıt değildir.
yoktur, olmamıştır, yaşanmamıştır.
"zira biliyorum beni nasıl bir aşkınlıkla beni sevdiğini"
biline bu. biline de, kim?
kuzum, ben hala,
aldatıldığım noktadayım biliyor musun,
hayata o pencereden bakıyorum,
hepinize, hepsinize..
o, o kıyılarda modern diye bağırırken,
ben derinlerde, -ne? diye haykırıyorum
"aklımdan sana üzülmek geçerken"
bana üzülmek..
bana üzülmek..
bu cümleden sonrası,here i go; denilenin-- an be anı,
Munch'un çığlığı(dır)...
koş, üzül benim için, akıllardan benim için üzülmek geçsin.
hem de sadaka niyetine.....::görüyor musun kuzum, ben de pis gibi oldum...

şimdi geçiyoruz,
dışavurumcu mu olmuştuk en son kuzum..
anlayamadım ben nasıl olduk, ama olalım hadi.
sıçsak postmodern sanat olur zaten, öyle yapalım biz de.
tam sigara dumanını üflemişken pozlar verip,
fransızca konuşalım,
saflaştıralım kendimizi...

"dediğim gibi çok utandım bundan
bunu bilmek ve sana yalan söylemekten"
bilmek ve yalan söylemek,
ve bilmek ve yalan söylememek,
ve aslında bilmediğini bilmeyen özne olup,
tıkışıp kalmak...

ya da parrhesia misali; geçti o Antique zamanlar dimi?

artık, buralar,bu şehirler,
herkesin şöyle bir uğrayıp geçtiği,
point de rencontre,
nasıl ama,

,,do they know something we dont know kaygısıyla yaşayalım,
olma mı?
bununla varolup, katledelim; onlar gibi.

ahh, Schrödinger ve bildiğimizi bilmediklerimiz,
imge yığınlarımız burada, lütfen
,lütfen, saldırıken dikkat edelim;
gülelim, ben gülüyorum.

kuzum, konuşalım bu yazdıklarımı, bir ara..

dünya, pek bir, seviyesizmiş...

ama bilelim, lack is not the same thing with the loss.
işte bu yüzden denemez, ya da denilememiştir, ve
,ve melankoli seçilmiştir.
sembolique düzen de olmayıversin layıkıyla,
n'olur ki, ha?

ve, iyi ki varsın Heisenberg,
nice olurdu halimiz,
şu milenyumda.

gecenin saat 5'inde,
istanbulun,
capitale europeenne de la culture
olması aklıma gelince,
ve tüm dünya, milyarlar..
ve hep o hesap makinesinde kullandığım sayılar,
gelip geçen ölümler,
2011'de ol'a'mamak
olamamak.
hiç için metinler bunlar,
türkçe yazılmış, hiç için metinler.
oynamak gerek bunları,
en Artaud'a yakışacak biçeminden.

bak,
Lack'i loss olarak yorumlamak işimize gelir,
diye not düşmüşüm,
ahh anamızın memesi.

söyle yapalım:
"the thirteenth floor of the fantasy space"
cepheden bak, cepheden.... en güzel anlatımıyla, bu.
bu.

ahh, neler dedim böyle,
ama hala şu noktada olmak,
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum......

d.

14 Ocak 2011 Cuma

cap ou pas cap?

Je vous présente ma vie vers 35 ans. J'avais tout, une femme, deux enfants, trois potes, quatre crédits, cinq semaines de vacances, six ans dans la même boîte, sept fois mon poids en matériel Hi-fi, huit coïts conjugaux par trimestre, neuf fois le tour de la terre en emballages plastiques couverts de polystyrène et autres pack... Alimentaires non biodégradables et dix ans sans voir mon père. Le Bonheur. La panoplie du parfait Tyran dont j'avais rêvé toute mon enfance. C'était donc ça être adulte. Avoir un compteur qui affiche de 0 à 210 et ne jamais faire que du 60. Environs 40 rattages du genre avec papa, 96 mensonges à mon patron... 97 maintenant ... 123 cauchemars où j'étais enfin devenu un tyran. La ville avait changé, la mort aussi. 489 heures à glander au cimetière, dans l'espoir qu'elle vienne encore me chanter la vie en rose. Bin faut croire que j'ai pas besoin d'elle... J'étais tranquille, ça faisait 10 ans jour pour jour que je n'avais plus eu de nouvelles de Sophie, le pari finissait aujourd'hui avec la précision et le stress d'un métronome, et toujours pas de nouvelles. Pas un signe d'elle. A l'évidence elle m'avait oublié, moi pas. Comment l'oublier ? Alors que je voyai son mari tous les jours...

d.

7 Ocak 2011 Cuma

kuzum?
arasıra etrafına bakıyor musun hiç
görüyor musun neler değişiyor
görüyor musun nasıl zeminler nasıl dağların tepelerinde sallana sallana kendine yer yapıyor
sen iyi oldun kuzum
her şey iyi oldu
vere vere biteremediğini düşündüğün değerlerin bu bikaç gözlü evde kendilerine bir oda seçtiler bile
odalarını döşediler
poster falan astılar
kaloriferin üzerine birrulotuvaletkağıdı koydular
gezmeye çıkıyor musun hiç kuzum
çıkmıyorum ablacım
gezmeyi istemiyorum
istediğimi sandığım şeylerin hiç bir odada rahat etmediklerini
kendi evlerine
hep olmaları gereken yere taşınmalarını gördüm ablacım
eskiden istediklerimi seviyorum
horoz şekeri ya da macunu sever gibi
şimdi yediğimde fazla kilo ve şekerden başka bir işe yaramayacak şeyler gibi

high five kuzum?
çak ablacım çak
evler odalar zeminler tepeler
her şey yerli yerinde

Her şey yerli yerinde oldu.
Kız yerli yerinde, oğlan yerli yerinde;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar...
Aşk yerli yerinde oldu,
Sevinç yerli yerinde.


alev