Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin getireceği
boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız
yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük.
Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de
derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi
sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm
olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için
her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum
duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşunu
unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Her varoluş kendisiyle beraber ölümü
getirmiyor mu.
Yaşamın, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin
doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok.
Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu.
Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar
gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de
sevmek. İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek,
istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın
bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu ararken. Derin uykuların ötesinde bile zaman
zaman düşünde sezinlemiyor mu insan birbaşınalığın çaresizliğini. Yollarda.
Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir
kahvenin içinde oturan insanlara gelişigüzel bakarken. Hiçbir şey aramazken.
Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken…
Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, ……
Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü.
Yirmi yıl sonra aynı şarkılar çalıyor. Elli üç yıl öncesi
çekilmiş bir film gösteriliyor. Yirmili yılların, ellili yılların giysileri
vitrinleri dolduruyor. Açlık, savaş, geri kalmışlık ve inanılmaz felaketlerle
ilgili haberleri kitleler, masal dinler gibi dinliyor. İşte böylesi bir yaşam
önümüzden gelip gidiyor. Sen kendi duvarlarının gerisine çekiliyorsun. O, kendi
duvarlarının gerisine çekiliyor. Bir başka kentte. Bir başka ülkede. Herkes bir
başka kentte. Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı
dili konuşan iki kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun.
Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. Karşısındakine
bir şey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru
algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. Bir bedenin üzerinde dolaşan her
el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde.
Doyum içinde ayrılacağımı sandığım bu yaşamdan, zaman zaman
algılıyorsun ki, hiç de doyumla ayrılamayacaksın. Hiç yaşanmamış gibi. Doymak
mümkün mü.
Daha sanki hiçbir şey, yaşamın hiçbir olgusu, algılanan,
duygularla tutulan güçle kavranmamış, yaşanmamış.
Niçin bugün, yaşamın, tüm yaşamın önünden geçip gittiğini,
artık ölümü beklemekten başka bir şey olmadığını, her gün gibi, bir kez daha
anıyorsun. Yaşam, zamansız. Yaşamın hiçbir zamanı yok. Çocukluk, kadınlık,
erkeklik, yaşlılık, yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, doyum, doyumsuzluk, her
şey iç içe. Akıl, delilik, varlık, boşluk iç içe. Kuzey Avrupa’nın beyaz
geceleri gibi. Kararmayan havanın ardından, hemen gene, günün ağarması gibi.
Böylesi bir kişiyi ne kadar süre taşıyabileceksin. Hiç
doyumsuz. Seni yoruyor. Karşılıklı yoruyorsunuz birbirinizi. Ben onu tüm
kentlerde dolaştırdım. Gölcük’ün Bozdağlarından, mavi küçük gölünden, dağlar
gerisinde kendisini kaybetmek isteyen sinirli ninesinin yanından aldım, yaşamın
en derin gecelerine, en genç insanların sevgilerine, en erken sabahlarına
getirdim. Gene de doyumsuz.
Ö.T.
d.
d.